Canım annem, şehrimin meşhur soğuk kış gecelerinde çok geç saatlerde uyurdu. Hafta sonları olunca ailece çok geç saatlere kadar sohbetler ederdik. Sobada eksik olmayan ıhlamur çaydanlığı, kestane ve kuzine sobanın fırınına atılacak küçük sarı patatesler eksik olmazdı…
Eski evin, yaşlı duvarlarına bakınca hüznün kırk tonuna denk renkleri vardı. Hüznün kırk tonunun arasında, annemin gözleri gibi biraz elaya, biraz yeşile çalan tonu yakalayıp, çocuk aklımızla umut ederdik yarınlara. Bazen gülüşür, çokça kederlenir bakardık birbirimize…
Uzun ıhlamurlu sohbetler edilirdi hüznün kırk tonuyla çınlayan evimizde. Bazen bir sessizlik çökerdi. Bu sessizlik ta ki, herkesin odalarına çekileceği ana kadar devam ederdi. Ben hep odanın en sessiz köşesini kapardım. Evdekiler sohbete tutuştuklarında kütüphaneden bir kitap alır okumaya başlardım. Bir akşam sohbetle çınlayan her yer, birden kesildi. Ben kitap okuduğum için çok sonra fark ettim. Annem ayakta pencerenin önünde durup, dışarıda lapa, lapa yağan karları seyrediyordu…
Kitabı bırakıp yanına gittim. Annemin arkasından bende dakikalarca yağan karlara baktım. Dışarının soğuğu en az on beş derece. Sokakta hiç kimseler yok. Sokağımızın biri başında, biri ortasında, biri de öteki başında dikili lambalar sanki dün gibi hala hatıralarımda. O zamanların sarı kah yanan, kah yanmayan cılız ışıkları ve yağan karlar, karlar, karlar…
Annem sessiz, sessiz bir türkü mırıldanıyor. Duymak ne mümkün. Biraz daha yaklaşıp duyayım dedim çocuk aklımla. Parmağımın ucunda birkaç santim daha yürüdüm. Elimi uzatsam, annemin eteğinden tutacağım kadar mesafe kaldı aramızda. Başladım dinlemeye…
Anlatamam derdimi, dertsiz insana
Dert çekmeyen, dert kıymetin bilemiz
Derdim sana derman imiş bilemedim
Hiçbir zaman gül dikensiz olmaz
Gülü yetiştirir dikenli çalı
Arı her çiçekten yapıyor balı
Kişi sabır ile bulur kemali…
Annem, söylediği türküyü sessizce bitirdikten sonra arkasını döndü. Göz göze geldik. Güzel gözlü annem uzun, uzun bana baktı. Saçımı okşadı elimi tutup, odanın duvar tarafındaki koltuğa oturttu…
O yaşta anladığım da bir şey değil türkü. Ama kulak aşinalığı, her zaman söylemeyi de dinlemeyi de çok severdim. Niye bu kadar kederli türkü söyledin der gibi bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Hiçbir şey söylemedi. Öylece baktı ve sarıldı bana. Tam koltuktan kalkıyordu ki, dışarıya bakıp şu sözü söyledi. “Oğlum, insan ne kadar acı çekiyorsa, bir o kadar çok kanıyor her yanı”... Söylediği türkü, hüznün bin tonunu yüreğinde taşıya, taşıya göçüp giden Aşık Veysel’indi…
Kalmıştım koltukta öylece. Ne söylediğini unutmamak için hemen iki koltuk ileride duran okuduğum kitabı alıp, aklımdan çıkmasın diye kitabın arkasına annemin söylediğini yazdım. İnsan ne kadar acı çekiyorsa, bir o kadar çok kanıyor her yanı…
Hepimizin zaman, zaman kanıyor bir yanı. Hepimiz ama az, ama çok hüznün acısına kapılıyoruz. Bazen unutmak için kanıyoruz, bazen de unutmamak için kanıyoruz...
Her birimiz çocukluk, gençlik anılarını yazsak ne hüzünler ne sevinçler ne özlemler vardır kim bilir…
Aklıma, Franz Kafka’nın anılarını okurken, tamda bu yazıya gidecek bir anısı geldi.
Franz Kafka’da benim için hüznün kırk tonudur…
Franz Kafka sevmiştir. Maalesef ki, şartlar evlilikle sonuçlanacak bir eyleme dönüşmemiştir. Bir gün, Berlin'de bir parkta yürürken, çok sevdiği oyuncağını kaybeden küçük bir kıza rasgelir. Selamlaşırlar. Sonra, kıza kaybettiği oyuncak bebeğini birlikte arayabileceğini söyler. Kız sevinir. Başlarlar aramaya. Uzun saatler arasalar da oyuncak bebeği bulamazlar. Kız çocuğu koca parkın içinde, yürümekten bitap düşer. Başlar ağlamaya. Kafka, çocuğun ağlamasını dindirmek için yarın tekrar aynı yerde buluşmalarını ve tekrar oyuncak bebeği arayacağını söyler. Küçük kız kabul eder, ayrılırlar.
Ertesi gün, tekrar buluşurlar. Nafile de olsa, oyuncak bebeği aramaya başlarlar ama bulamazlar. Kafka çocuğun çok üzüldüğünü bildiğinden, ona oyuncak bebeğinin kendisi için mektup yazdığını söyler. Küçük kız heyecanlanır. Kafka cebinden çıkartıp mektubu kıza uzatır.
Mektupta şunlar yazılıdır. “Lütfen sen ağlama, dünyayı görmek için bir geziye çıktım. Sen üzülmezsen, sana maceralarımı yazıp göndereceğim” der. Böylelikle, koca şair ölümünün son aylarına kadar küçük kızla bir oyuna başlar. Her buluştuklarında, Kafka mektuplar yazıp, küçük kıza verir. Bu iş aylarca devam eder, kız her seferinde büyük umutlarla gelir parka, Kafka’nın elinden mektubu alır evinin yolunu tutar. Kız çok mutludur. Ancak Kafka hastadır. Gidecektik şehirden ayrılacaktık…
Ama küçük kızı da yüzüstü bırakmaz istemez. Son buluşmasında, bir oyuncak mağazasına uğrar ve oyuncak bir kız bebek alır. Parka küçük kızla buluşmaya gider. Oyuncağı uzatır küçük kız oyuncağı açar.
Küçük kız bu oyuncak benim oyuncağıma hiç benzemiyor diye üzülür. Kafka son iki mektuptan birini kıza uzatır. Sen eve gittiğinde bu mektubu okursun der. Küçük kız oyuncak bebeği ve mektubu alır evin yolunu tutar. Eve gider, oyuncak bebeği salona bırakıp, mektubu okumaya başlar. Mektupta seyahatlerim beni çok değiştirdi. Tanıyamaman normal gibisinden bir mektuptur. Küçük kız çok mutlu olur ve bebeği ile birlikte aylar sonra kaldığı yerden devam eder.
Bir yıl sonra Kafka ölür. Küçük kız yıllar büyür yıllar sonra genç kız olur. Yine bir gün oyuncak bebeğini görür odanın saklı kalmış yerinde. Dikkatlice incelediğinde, oyuncak bebeğin elbisesinin arkasından dikildiği görür.
Merak eder dikilen yeri açar. İçinde ikinci son mektubu bulur. Mektupta aynen şu yazmaktadır. “Sevdiğin her şey muhtemelen kaybolacak, ama sonunda sevgi başka bir şekilde geri dönecektir.” Franz Kafka…
Evet yazarın söylediği gibi, her sevdiğimiz güzel şeyler kaybolup gittiler. Çoğumuzda bir daha ne yenisini, nede aynısını bulamadık…
Gelmesini, bulmasını, yenisini çok isterdim ama olmadı.
Zaten bu devirde, mümkünde görünmüyor. Hepimiz ne kadar acı çekiyorsak, bir o kadar kanıyoruz her bir yerimizden…